Dedim ki: “İşte benim
idealimdeki şarkıcı bu!”
Elvis’i, bir başka “efsane” ile
konuşmak... Türk müziğinde gerçek bir önder olan “Erol Büyükburç” ile evinde
Kral üzerine söyleştik. Yaklaşık altı saat süren ilk söyleşimizden sonra hummalı
bir şekilde "Elvis Gecesi" üzerine çalışmaya başladık. Büyükburç’un hayatı ile Elvis’inki arasında daha önceden bildiğimiz
benzerliklere pek çokları eklendi. Birden çok bölümde yayınlıyacağımız bu
söyleşilerde çok enteresan paralelliklere şahit olacaksınız. “Elvis Gecesi”nde
de birlikte olacağımız Erol Büyükburç’a çok teşekkür
ediyor, nice Elvis’li günlerde birlikte olmayı arzu ediyoruz.
Söyleşi: Korkmaz Uluçay (9
Mayıs 2003)
......... / ..........
(Bölüm I)
Elvis’i
ilk ne zaman dinlediğinizi hatırlıyor musunuz?
Erol Büyükburç:
Onun ilk çıkış yaptığı şarkı vardır: “Mama....That’s All Right, Mama”.....Onu
ilk dinlediğimde arkadaşlarıma dedim ki: “İşte benim idealimdeki şarkıcı
bu!”...O sırada biz kendimize göre böyle “idol” saptaması yapıyorduk. İşte,
sinemada James Dean mesela idoldü. Onun öncesinde biraz Marlon Brando
bize hitap eder gibi oldu, sonra biraz bizim kadrajımızdan çıktı, James Dean
daha iyi oturdu, daha iyi özdeşleştik. Aynı olay şarkıcılar konusunda da oldu.
Bir çok şarkıcı vardı, standart balad, swing söyleyen Nat King Cole, Frank
Sinatra, Ella Fitzgerald, Sarah Vaughen gibi. Ama yavaş yavaş kulvara yeni yeni
şarkıcılar girmeye başladı. Bill Haley bizi biraz heyecanlandırdı, fakat
esas Elvis işi bitirdi. “That’s All Right, Mama” belki Elvis’in biraz
çocuksu, saf biçimde söylediği bir parçaydı ama içindeki bazı özellikler bizi
çok etkiledi. Sonra tutkulu bir biçimde Elvis’i takip etmeye başladık. Elvis
ayrı bir kulvardı bizim için. Ben mesleki açıdan tüm dünyada olup bitenlerle
ilgilenmeyi bir sorumluluk olarak görüyordum. Belafonte’yi bile izlerdim. Gelmiş
geçmiş bütün büyük şarkıcaları bilirim. Perry Como, Sammy Davis vb. Benim
repertuarımda bunların etkileri olmuştur. Ben çok dilli söylemekten yanaydım
hep. İspanyolca, İtalyanca, Fransızca , genellikle de İngilizce çok söylerdim.
Repertuarın bir köşesine mutlaka bir Elvis parçası koyma zorunluluğu hissetmeye
başladım.
Bundan
5-6 sene önce, televizyonda sizle ilgili bir belgeselde fonda Marguerita
çalıyordu. Ben Elvis’in parçalarını başka kim söylemişse dinlemek isterim. Ve
genelde de “Elvis’in çok daha güzel söylediği” kanaatine varırım. Yani arada çok
fark olur. Ama bu sefer sizinkinin de çok güzel olduğunu düşündüm.
Ah,
çok teşekkür ederim...
Size
yağ çekmek için söylemiyorum. Üstelik de çok farklı bir düzenleme
yapmışsınız...Siz o şarkıya bayağı asılmışsınız...
Evet
çok asıldım. Ben tenorum aslında, ama pek göstermem bu özelliğimi...Çok zor
bölümleri vardır o şarkının, çok emek verdim ona. (bulup şarkıyı dinliyoruz)
Bak burda gitarı Yurdaer Doğulu çalıyor. Aynı anda hem çalıyor, hem
söylüyoruz. Arya tarzı söylemek farklıdır aslında. Elvis de istese çok büyük
tenor olurdu, yani sırf o tarzla ilgilenseydi, mesela “Surrender”da falan
bunu göstermiştir. Ama o tabii pek çok tarzı denemiştir.
“Vino,
Dinero Y Amor”u da çok değişik yapmışsınız. Daha tempolu.
Bunların
dışında “Fun in Acapulco”da söylediği “El Toro”yu da seslendirdim.
Diğerlerini dinledim, ama El
Toro’yu bulamadım...
O da var...Sonra ilk taş
plağım benim “It’s Now Or Never”dı. Elvis Presley versiyonuydu. O taş
plağın arkasında da benim bestem “Little Lucy” vardı. Evet , 78
devirliydi. Şimdiki pikaplar çalmaz onu. Derken işte, Elvis şarkılarına karşı
bayağı bir yaklaşım oldu. Surrender, Can’t Help Falling In Love...Ama ben
söylerken aynı Elvis gibi söylemiyordum. Ben bazen tonunu yükseltiyordum. Daha
benim sesime örtüşen şekilde yapıyordum. Bu çok önemlidir, esas o şarkıyı kendi
kimliğinde söylemek gerekir.
Yoksa
taklit olur.
Tabii...Nat King Cole bir parçayı RE Majör söyledi diye “aman ben de öyle
söyliyeyim” derseniz olmaz. Onu ben tutarım SOL de söylerim, LA da söylerim. Ama
iyice inceledikten sonra tabii. Elvis’de de böyle yapardım. Bazı şarkılarda
benimkiler daha böyle bağırtılı falan görülebilir o yüzden. Bu bir tarz
meselesi.
Biraz
da cesaret isteyen bir şey sanırım.
Elbette...Bir
rizikodur. Bazı şarkıcıların hit yaptığı bir şarkıyı, “illa ben de söyliyeyim”
demek bazen hata olur. Mesela Gordon MacRae “Stranger In Paradise”ı söylemiştir,
ondan güzel söyleyen de çıkmamıştır, başkaları söyleyince olmamıştır. Frank
Sinatra’nın “My Way”ini, “New York, New York”unu kolay kolay herkes
yakalayamaz, o ona has bir şeydir.
Burdan
yola çıkarak şu tespiti yapmak lazım galiba. Sizin için “Türkiye’nin Elvis’i”
derken, aslında taklit değil “büyüklük” açısından bir benzetme yapılmaktadır.
“Elvis nasıl dünyada çok büyükse, Erol Büyükburç da Türkiye için büyüktür” anlamında...
Evet,
evet...Çok doğru, çok önemli bir şey söyledin...Özdeşleşme o açıdandır. Yoksa
ben asla tıpatıp Elvis’i taklit edeyim diye yola çıkmadım. Özdeşleştirmeleri
hoşuma gidiyor, ama asla taklit değil benimki, öyle olsa 700 tane bestem
olmazdı. 350 türkü aranje ettim. Filmlerde şarkılar hep bana ait genelde...Onun
şarkılarını söylemişimdir elbette...Ben onun ölümsüz şarkılarının bir yerde Türk
versiyonlarını söylemişimdir. Biz Elvis’teki o fokurdayan kimliği çok sevmiştik.
Onun kelimeleri kendince telaffuz etmesi, “aksatım”ı bambaşkadır. Doğal bir şey
vardı onda, sonradan çalışarak Rock’n’Roll’cu olmadı...Bu kimliğini hep gördüm
onun. Bana “taklitçi” derler diye hiç korkmadım ama. Çünkü benim kendime ait çok
şeyim de vardı: İlk defa İngilizce sözlü Türk bestesi, Türkçe sözlü Türk Pop
şarkılarını ilk defa yapmam, halk türkülerini aranje etmiş olmam ve bu işi ilk
defa gazinolara sokmuş olmam. Bana has bestelerle bu işi yapmam...Şarkı sözü
yazarları benim için yazmışlardır mesela. Şiir başkadır, şarkı sözü başka.
Genelde söze beste yapmaya çalıştım. Pek çok kişinin de bu açıdan yetişmesine
katkıda bulunmuşumdur: Turhan Oğuzbaş, Alimoğlu, Çiğdem Talu... Aysel Gürel
mesela, bizde altı ay kaldı, öğrendi şarkı sözü nasıl yazılır diye...
Çok
ilginç, bunu duymamıştım.
Tabii,
tabii...Ben devrim uzmanıyımdır...Benim kuklalarımı görmediniz mesela...
Biliyorum, onları hep soracağım...
Kukla
deyip geçmemeli...Başlı başına bir kültür çalışmasıdır...Sen kalk 100 tane kafa
yap, makiye et, saçını sakalını diktir, hareketlendir, giysileriyle uğraş ve
bunlara metinsel yaklaşımlar irdele...Bir ömür yer, benim dört senede yaptığımı
başkası kırk senede yapamaz...Ancak ekiple yapabilirsin...
Siz
nasıl yaptınız?
Ben tek
başıma yaptım. Hayret bir şey, o enerjiyi Allah verdi...Hepsinin karakterine
göre konuşmalarını irdeledim. Ondan önce de yazdığım dört tane oyun var: “Hem
Ebe Hem Gebe”, “Tahir İle Zühre”, “Gülme Komşuna Gelir Başına” ve en son
dördüncüde Nevzat Açıkgöz rahmetli olunca kaldı....Ne olursa olsun, ben “Türk
Ortaoyunu”na bir soluk getirmiş oldum, onları polifonik tarzda
müziklendirmiş oldum.
Çok
yönlülüğünüzü genelde herkes biliyor ama tüm bunları toplu bir şekilde bilmiyor
insanlar galiba...Özellikle yeni nesil pek bilmiyor...
Evet,
mesela şurdaki resimleri ben yaptım (resimleri gösteriyor)...Daha
yüzlerce var. En büyük sıkıntım zaman elbette...
Evet,
aslında soracağım soruları sanki önceden görmüş gibi çok güzel
anlatıyorsunuz...Elvis’e dönersek...Şimdi ben Elvis’le sizin hayatınızda bazı
paralellikler tespit ettim: Yakın tarihlerde doğmuşsunuz, o 1935, siz 1936... O,
ikisi dökümanter, toplam 33 film çekmiş, sizin 27 filminiz var...
Ben
onun yanında bir de fotoroman çevirdim. Elli tane fotoromanım var, her biri de
bir filme tekabül ediyordu. Yani mesai nerdeyse aynıydı. Bir fotoroman için en
aşağı on gün gidiyordu.
Şöyle
bir not almıştım kendimce: Elvis de Erol Büyükburç da aslında bu kadar film
çevirmelerine rağmen, kendilerine hiç bir zaman iyi bir film çevirme şansı
verilmedi. Nasılsa iyi para getiriyor diye, senaryoya önem verilmemiş pek. Bol
şarkı, kızlar, güzel mekanlar...
Evet,
aynen. Aslında hiç bir film benim istediğim gibi olmadı. Benim fikirlerim onlara
lüks geldi hep.
Burada
Hulki Saner faktörü etkili, değil mi?
Haa, evet
...(gülüyor)...Yani kalkıp da bana bir Marlon Brando rolü hiç
vermediler...Halbuki olurdu....Bir de toplumda alıcı kim? Genç kızlar,
kadınlar...O yüzden beni hep böyle altın kutu içinde, kelebekler arasında koşan
bir adam olarak sundular...Hulki ağbi bir markadır tabii, hep böyle pozitif
filmler sunmuştur, öyle dramatik konuları işleme isteği pek yoktur. Lay, lay,
lom , gençler hoplar zıplar vs. Benim filmlerimde de bir yerde şarkılar lanse
ediliyordu. Her filmde 12-13 şarkı vardı...
Elvis’in
filmlerinde olduğu gibi...
Evet,
paralel olarak plakları da çıkıyordu akabinde...Etkisi de oluyordu satışlara....
Bu gidişatı bu yüzden değiştiremedim. Önerilerim dikkate alınmadı. Halbuki benim
çok iyi bir “Hollywood” bilgim vardır. Yani en iyi bilen on kişiden biri
sayılırdım o zamanlar. Ciddi söylüyorum, o zamanki şartlarda hangi film gelse
seyrederdim. Günde bir kaç tane birden. Böyle çetele tutardım...Sadece keyif
alma olayı değildi, onu bir kültür olarak biriktiriyordum. Bütün rolleri tek tek
inceliyordum, ışıklandırmaya bile bakardım... Gerçekten iyi rol yapabilecek bir
adamdım. O enerjim olduğuna inanıyorum. Şimdilerde bir takım diziler
seyrediyorum, ama bunlar sinema içerikli değil...Sinema dili bambaşkadır
halbuki...İçimdeki uktelerden biridir...Sonradan tiyatro oyunlarıyla ilgilenmem
de başka kulvarda bana teatral bir kimlik kazandırdı kendimce, sahneye
yatkınlaşmamı sağladı...Sahne tek boyutlu düşünülmemesi gereken bir olaydır.
Ortaya bir mikrofon koy, şarkını söyle, olmaz.
Gösteriye
her açıdan hakimsiniz yani?
Evet,
Elvis de bunu yapıyordu ama...Kendini kartal gibi kabartarak ya da bir aslan
gibi kükreyerek sahneyi doldururdu. Bu herkesin yapabileceği bir şey değildir.
Çok güzel ses çıkarabilirsiniz ama kimliğinizi onunla özdeşleştiremezsiniz. Çok
önemli bir noktadır, kendini etkili, hacimli göstermek başkadır. Bunu
yakalayamadığın sürece süperstar olamazsın...
Başka
bir paralelliğe geçelim: Karate...Ben spora güreşle başladığınızı biliyorum.
Doğru...Ciddi
anlamda yaptım, şampiyonalara katılırdım. 15-20 saniyede tuş ederdim...Tekniğe
çok önem verirdim... Sonra yüzmeye geçtim. Yüzme benim şarkıcılığıma da çok
faydalı oldu. Birisi bana su altında durmayı, nefes tutmayı ve diyafram
büyütmeyi öğretti. O yüzden benim uzattığım sesi kolay kolay hiç bir şarkıcı
uzatamaz. Bunu, bu teknik sayesinde öğrendim. Sonra baktım hayatım itişli
kakışlı, kendimi korumak amacıyla karateye başladım.
Elvis’in
de karateye düşkün olduğunu duymuş muydunuz o sırada?
Hayır...Tamamen tesadüf...Asla bilmiyordum. Bana Ferhat Özsert öğretti
karateyi. Beni seven bir arkadaşımdı, Türkiye’nin en büyük karatecisiydi. Bayağı
derinlemesine ilgilendim. Parmaklarımı kırıncaya kadar. (parmaklarını
gösteriyor) Bak bu parmaklarım kırıktır. Bir gün çok kızdım, deriyi delmek
istedim, öyle bir vurdum ki...Ben hiperaktif bir çocuktum zaten...O enerji
sonraki yıllarda sahnede de çok etkili oldu. Kendime has reflekslerim vardı,
sahnede ani hareketlerim, yürüyüşlerim vardı. İlginç bir adamdım yani.
Bölüm-II için Tıklayınız..
Bölüm-III için Tıklayınız..
|